Para ve bilinçaltı arasında nasıl bir ilişki var

Genelde bütün danışanlarım “zor koşulları eleştiriyor ve az para kazandığından” sitem ediyor. “Üzülmesin” diye sonu mutlulukla biten masallarla veya çocukluğunda ihmal ve istismara uğrayarak büyüyenler zor koşullarla karşılaşınca dengesi bozulur. Bilinci farklı, bilinçaltı farklı şeyi ister. Bu içsel çatışmanın farkında olmazsan, ki genelde olmaz, işte o zaman bilinçaltı galip gelir. Mesela “Çok para bela getirir!” inancına sahip bir bilinçaltı paraya küsebilir. Bilinç “para kazanmak” isterken, bilinçaltı “Yoksulluk belayı kovar!” inancına sımsıkı tutunabilir. Böyle bir içsel çatışma yaşayan bir insanın kariyer yapması, para isterken rahat olması beklenmez. Yeteneğin, zekân, bilgin, deneyimin ne kadar güçlü olursa olsun fark etmez. Bilinçaltı tehlike sezerse senin üretimini yavaşlatabilir ya da durdurabilir! Erteleme sorunu böyle oluşur, bilinçaltı nasıl kodlandıysa o gerçekleşir.

Herkesin bilinçaltı kazançları birbirinden farklı olabilir… Tam boşanacakken eşini borca sokan bir kişi parayı baskı uygulamak, ayrılma kararını zorlaştırmak için kullanırken, her hareketi eleştirilerek, aşağılanarak büyüyen bir çocuk ise önce ebeveynini sonra insanları ezmek, onları zorlamak için parayı sopa olarak, şiddet uygulamak için seçebilir. Para bazen güç gösterisi bazen de sevgiyi satın alma, kabul görme, yalnızlık korkusunu, değersizlik inancını söndürme aracı olarak kullanılabilir.

Para ve şiddet arasında yakından bir ilişki vardır. Mesela narsist bir ebeveynin çocuğu, güçlü hissetmek için parayı seçebilir. Hep karıştırılır; öz güven ile güç isteği arasında kıldan ince, kılıçtan keskince bir fark vardır. Öz güven içeriden, güçlenme isteği dışardan beslenir. Özgüven yapıcı, güçlenme isteği yıkıcıdır, zoru sever. Öz güven olumlu duyguları, cesareti, sakinliği, huzuru, güçlenme isteği ise olumsuz duyguları, öfkeyi, korkuyu, öç almayı, nefreti, haset etmeyi oluşturabilir. O yüzden parasıyla saygı, sevgi satın aldığını zanneden birisi işten çıkarıldığında veya iflas ettiğinde, zor koşullarda daha kolay depresyona girebilir, tükenebilir.

Güçlenmek için para kazanma isteği gibi sorumsuz, erteleyen bir kişinin isteksizliği de aynı derecede mutsuzluk yayar. 21. yüzyılda hayatta kalmayı, güvenlik ihtiyacını karşılamayı, zor koşulları geçmeyi destekler para. İlk insan yaşamak için ava çıkardı, neolitik dönemde tarım girdi hayatımıza. Ardından sanayi devrimi, internet devrimi. Üretimin şekli değişse de belki ilerde dijital para dönemi gelse de geçim kaynağı paradır ve bu yüzden önemlidir.

Hal böyleyken paraya küsen bir insanın bilinçaltında birçok dinamik hareketlenmiş olabilir; ama şimdi burada “Çok para bela getirir!” inancına sahip bir insanın kendini yenileyememesinin ardından oluşan “Acil durum!” “Tehlike!” sinyallerinden bahsedeceğim. Tutarlı para kazanamamak bilinçaltını rahatsız eder; çünkü ya işten atılırsam, dünyada kriz var, ya ayağa kalkamazsam, aç kalabilirim, evden atılabilirim düşünceleri bilinçaltında korku yaratır. Yüzeyde “gelecekten korkusu” hissedilirken, bilinçaltının en derininde hiç fark etmediğin “ölüm korkusu” oluşabilir çünkü bilinçaltı için “aç kalma” yani “parasızlık riskini” ölüm olarak algılar. Ölüm korkusu oluştuğunda çözüm bulunamazsa ne savaşıp ne de kaçamazsan işte o zaman psikolojin dağılmaya başlar. O yüzden “En kötü karar kararsızlıktan iyidir,” denir. Yani güvenlik duygusu ve yaşamak için düzenli para akışı sağlamayı önemsemeli, parayla barışmalısındır. Bunu birinci amaç edinmelisin. Burada ince bir çizgi vardır; temel ihtiyaç ile değersizlik duygusunu bastırmak veya özgüven için bir şey alma çabasını birbirinden ayırmalısındır.

Sadece Türkiye’deki değil yurt dışında, koşulları çok daha iyi olan ülkelerde yaşayan danışanlarımda da “para sorunlarıyla” karşılaştım. Mutlu olmayarak kendini cezalandırmak isteyen bir bilinçaltı, dünyanın en iyi imkanına sahip bir ülkede de olsa aynı tepkiyi gösterebilir, kendini zora sokabilir. Normal bir durum bu!

Bazen hakikat görünenin ardında gizlidir çünkü. Bakmakla görmek aynı şey değildir bazen! Duvara çiviyi çakar gibi birçok yazımda Çinli filozof, askeri bilge, komutan, Sun Tzu nin bu sözüyle karşılaşacaksın; “İnsan zora düşmedikçe asıl gücüne ulaşamaz!” Zor koşullar seni ileriye doğru itmiyorsa, öz güvene, cesarete güç mahiyetinde bir kamçı atmıyorsa, buradaki sorun ne olabilir?!.. Zihin, olumsuzun arkasındaki olumluluğu, çaresizliğin arkasındaki çareyi göremiyordur. Bilgi, deneyim, çevre, koşullar bunu etkileyebilir ama burada bu zamana kadar belki hiç fark etmediğin ve inanması zor bir bilinçaltı durumundan bahsedeceğim, “İnsan zor koşulu kendisi yaratabilir!”

“Çok para bela getirir!” inancına sahip kişi kariyer yapacak bir işteyse kendini isteksiz, tembel, ağırdan alan, işi ve koşulları kötüleme içerisinde bulabilir. Kilit soru şunlardır: Beğenmediğin bir ortamı olumlu değiştirmek için akıllıca stratejiye değil, dürtüsel yani duygusal kararlar mı alıyorum? “Denedim, olmadı!” gibi bahaneleri kuyruğunu kovalayan kedi gibi tekrar tekrar söylüyor muyum? Yanıtın evetse, bir bilinçaltı tuzağıyla karşı karşıyasın demektir! Bilinçaltı bahane üretme merkezidir çünkü. Bir sadistin şiddet uygulaması, bir mazoşistin kendisine şiddet uygulatması için kendince haklı nedenleri vardır! Çözüm: Fark etmek! Tuzağı fark ettiğin an hipnoz biter, rahatlarsın. Aklında hep kalsın; rahatlamakla değil, davranışın değiştiğinden sorunu kökten kazırsın.

Mehmet Çağan

Yazar, Sanat terapisti

Kaynak:

Cinselliği reddedenler neden şiddete evet der

Çalıştığı iş yerindeki erkeklerin onu devamlı taciz etmesinden yakınan bir kadın danışanımın bilinçaltı anılarına indik. Çocuklukta onu cinsel taciz eden kişi gibi yakışıklı ve flörtüz erkekleri kendisinin seçtiğini fark ettik. Hatta onlar ilgilenmediğinde rahatsız olup, sınır ihlali yapmalarına yardımcı olanın da kendisinin olduğunu görünce çok şaşırmıştı. Bilinçaltı yaşadığı travmayı geçemiyor ve tekrar tekrar bu ortamı oluşturuyordu.

Çalıştığı iş yerindeki erkeklerin onu devamlı taciz etmesinden yakınan bir kadın danışanımın bilinçaltı anılarına indik. Çocuklukta onu cinsel olarak taciz eden kişi gibi yakışıklı ve ısrarcı erkekleri kendisinin seçtiğini fark ettik. Hatta onları ayartanın ve sınır ihlali yapmalarına izin verenin de kendisi olduğunu görünce çok şaşırmıştı. Bilinçaltı yaşadığı travmayı geçemiyor ve tekrar tekrar bu ortamı oluşturuyordu.

SINIR İHLALİ VARSA CİNSEL HAYATTAN BAHSETMEK ZOR

Bir ilişkide sınır ihlali varsa bu çiftte sağlıklı ve tatminkâr bir cinsel hayattan bahsetmek zordur. Bir insanın ona şiddet uygulayan kişiyi sevmesi veya ona karşı cinsel istek duyması zaten beklenmez. Şiddet varsa kaygı ve korku ortaya çıkar. 6 ay şiddet durmazsa bu kişide hastalık, psikolojik rahatsızlık ve cinsel isteksizlik oluşabilir. Yani sınır koymak, kendini sevmek ve cinsel tatmin olmak zincirin halkaları gibidir. Olumlu veya olumsuz fark etmez, bu halkalardan birisi değişirse, bu hepsine yayılır.

Kendini seven kişi sorunu çözmeye ve olumlu durumu korumaya odaklanır. Rahatsızlığın hastalık getirebileceğini bildiği için faydadan, güzellikten beslenir. Mesela cinsel ilişki yaşadığı kişiye neyi sevip, neyi sevmediğini, isteklerini rahatça söyleyebilir çünkü yatakta, yanındaki kişinin sınırlarına saygı duyarken stresini boşaltmak, bedenine keyif yüklemek ister. Yoksa, “Cinsel isteklerimi söylersem, şu kıyafeti giyersem beni hafif, kötü kadın gibi görebilir!” diye düşünen bir kadın veya eşi ile uygun bir şekilde, istediği kadar cinsellik yaşama hakkı olduğunu bilmeyen bir adam cinsel enerjisini bastırabilir. Bu durum da başka kişilere karşı cinsel isteğini yönetmekte onu zorlayabilir. Başka insanlarla flört edebilir. Bu açıdan düşünüldüğünde tutarlı ve tatminkâr bir cinsel hayat aldatmanın önlemi gibidir.

ÜÇ GÜNDE BİRİSİNİ TANIYIP BAĞLANMAK MÜMKÜN DEĞİL

Devamlı karısını aldatan bir erkek danışanım, cinsellikten sonra suçluluk, utanç ve kendini pis hissettiğinden bahsetmişti. Büyütülürken annesi onun her yaptığını aşağılayarak eleştirdiğini, koşullu sevgiyle büyütüldüğünü fark ettik. Terk edilme, ihmal ve istismar şeması yüksekti. Karısının onu terk edeceğinden korkuyordu ve kendini pis, kötü, sevilmeye değer birisi olarak hissetmiyordu. Yakın ilişki kuramamasının ve tek gecelik ilişkileri seçmesinin en büyük nedeni buydu. Üç günde birisini tanımak ve ona duygusal bağlanmak mümkün değildir.

Peki, kendini sevmek nedir, cinsellikle nasıl bir bağlantısı vardır? Kendini seven kişi yaşamdan ihtiyacı kadar haz ve keyif alır. Bu olumlu duygular şifa getirirken sağlığı korumaya yardımcı olur. Güvenli bağlanmanın anahtarıdır kendini sevmek…

“İstediğimi elde ettim, şimdi para kazanıyorum, güzel bir evim, yeni arkadaşlarım var ve beni seviyor, benimle ilgileniyorlar. Anlayamadığım, ben neden benim kilom ile dalga geçen, sen cinsel ilişkiye girilecek birisi değilsin diyen, beni aldatan, beni döven birisini, eski erkek arkadaşımı özlüyorum!” diye soran bir kadın danışanımın bilinci güzel bir hayata layık olduğunu söylerken bilinçaltı çocukluğundan beri alıştığı düzeni korumak istiyordu. Bilinci mutlu ol derken, bilinçaltı onu şiddet uygulayanın yanına götürüyordu.

Önce kavga edip, sonra cinsel ilişki yaşayan ve bu durumu alışkanlık haline getirmiş bir çiftte “Güzel bir yaşamı hak etmiyorum” inancını görmek de hiç şaşırtıcı gelmez… Nasreddin Hoca fıkrası gibi bir durumdur bu. Hoca anahtarı samanlıkta düşürdüğünü bilirken bahçede arıyormuş. Başka yerde. Böyle olmaz!.. Mutlu olmak istiyorsan, Nasreddin Hoca gibi yapmamalısın ve samanlığa gitmelisin.

MUTLULUK VE CİNSEL İSTEK KENDİLİĞİNDEN GELİR AMA…

Şiddeti durdurduğunda yaşamdan keyif almaya başlarsın. Kendini sevip, ihtiyaç ve isteklerini karşılamaya başladığında mutluluk ve cinsel istek kendiliğinden olur. Zaten su içmek, bir şeyler yemek kadar doğal bir içgüdüdür cinsellik. Onu yok etmeye çalışırsan psikolojin veya davranışların bozulabilirken, onu yönetmeye çalışırsan da mutlu ve sağlıklı olabilirsin. Bilim kanıtladı; otuz dakika cinsel ilişkiye girmek yüz ila yüz elli kalori yaktırır, kalp sağlığını korur, özgüveni artırır, stresi azaltır… Sağlıklı cinsel yaşam çiftler arasındaki bağlılığı desteklerken sevgiyi güçlendirir, ilişkinin kalitesini artırır.

CİNSELLİK YOKSA ROMANTİK BİR İLİŞKİDEN BAHSEDİLEMEZ

Yıllarca saygıyla devam eden bir ilişkide cinsellik yoksa aslında burada kankalıktan, yol arkadaşlığından bahsedebiliriz ama romantik bir ilişkiden asla. Cinsellik romantizm getirir. Tabii sadece cinsellik bir birlikteliği başlatmak veya devam ettirmek için yetmeyebilir. Zaten bir ilişkide cinsellik bir görev, sevdiğini kendinde tutma, cezalandırma, güç gösterisi ve sadece rahatlama aracı gibi görülüyorsa işte burada kendini sevmekten bahsetmek güçtür. Bu ilişki için şemasal yani bilinçaltı yönlendirmesiyle yapılan seçimleri aramak daha doğrudur.

İlk görüşte âşık olmak bilinçaltı seçimidir, şemasaldır. Neyle karşılaşacağını bilemezsin. Yüzü güzeldi, benimle ilgileniyordu, nazikti, parası vardı, kaslıydı gibi seçimler bilinçaltından gelir ve genelde olumsuz sonlanır. Doğru olansa bilinçaltındaki gedikler onarıldıktan sonra kriter belirlemektir. Örneğin ihtiyaç duyduğumda yanımda olsun, yalan söylemesin, aldatmasın, şiddet uygulamasın, çözüm odaklı olsun gibi. Bütün ilişkinin lokomotifi gibi değişmez kriterlerdir bunlar. Tabii onlar olmazsa bilinçaltı seçimi yaparsın, kriterin fazlaysa veya abartıysa da hiç ilişkiye giremezsin. Denge lazım. Denge.

CİNSELLİĞİ DEVAMLI REDDETMEK ŞİDDET SAYILABİLİR

Peki bir ilişkideki sorunu nasıl anlarız? Çiftlerden birisi bilerek veya farkında olmadan cinselliğe uzaksa ve devamlı eşini reddediyorsa, bu durum diğer kişide hazzı elde edememe anksiyetesine yol açabilir. Cinselliği devamlı reddetmek de aslında şiddet sayılabilir ve yanındaki kişinin bütün psikolojisini etkiler.

Cinsel istek bir içgüdüdür ve uygun ortamda uygun kişiyle ilişkiye girmek için devamlı izin almaya gerek yoktur. Bir çiftten birinde cinsel isteksizlik, orgazm olamama, rol yapma varsa bu o kişiyi ilgilendirir. Çözümü de yine o kişiye aittir. Çiftten beklenen birbirini desteklemesidir, birinin cinsel isteği söndürmeye çalışması veya başka kişilerle gidermesi değil. Yani bir kişi cinsel sorununu inkâr edip veya kabul edip önemsemiyorsa bu duruma katlanmak yerine bilimsel çözüm aramak en güzel seçimdir. Ayrıca cinselliği reddeden kişiyi suçlayarak ona uyum sağlayan kişide de bir sorun olabilir. Bilinçaltı haz almasını istemiyor olabilir. Suçlamak sadece çaresizliği büyütür.

BİRİ MUTLUYKEN BİRİ RAHATSIZSA SORUNDUR

Bazı çiftler ayda bir, bazıları altı ayda bir ilişkiye girebilir. Çiftlerden ikisinde de cinsel isteksizlik yapan bir hastalık, ilaç kullanımı, depresyon, travma varsa her şey yolunda ilerler. Yakınlaşma problemi olan, acıdan beslenen bir kişinin bilinçaltı hazzın olmamasını sorundan çok, kazanç gibi görür. Fakat bu çiftlerden birisi cinsel hayatından mutluyken birisi rahatsızsa, işte bu bir sorundur çünkü her insan mutlu olmak için ilişkiye girer. İşte bu noktada ya bu sorunu kendin çözmelisindir ya da destek alınmalıdır.

Zorlama, baskı, tehdit olmadığı ve uygun ortam, uygun koşullar varsa cinsellik yaşanmalıdır çünkü cinsellik olmazsa, bu insanlığın sonu demektir. Cinselliği bakış ülkeden ülkeye, kültüre, dine göre değişebilir. Normal bir durum bu. Zaten bütün dinler, bilim ve hukuk cinselliğe karşı değildir, yaşayış şekli üzerine yoğunlaşmıştır. İster evli olsun ister olmasın, bir kadın veya erkek istemediği halde cinselliğe zorlanırsa, “hayır” dedikten sonra ilişki şiddetle yaşanırsa hukuka göre suç, dine göre günah, psikoloji bilimine göre de ilk bakışta sınır ihlali yapan kişi olarak bilinir. Bu uluslararası geçerliliği olan bir kelimedir ve bütün sözlüklerde ‘hayır’ın anlamı, hayırdır! ‘Cinsel ilişki istiyorum’un anlamı da cinsel ilişki istiyorumdur. İkisi de önemli ve değerlidir.

Lütfen kendine sor ve bir ayı düşünerek cevap ver. Cinsel hayatından memnun musun? Yanıtın evetse devam, değilse artık çözümü fark ettin. Seçme hakkın artık var ve onu kullanmak da, salmak da senin elinde. Sadece senin.

 

Mehmet Çağan

Yazar, Sanat terapisti

Kaynak:

Kilo problemi ile çalıştığım kişiye ilk dediğim; “Bu yapacağımız çalışma seni kilo aldırtmaya ve verdirtmeye odaklamaz, sadece ideal kiloyu ve sağlığı korumayı hedefler. Psikoloji biliminin cevabını vermekte zorlandığı yer de burasıdır; huzurlu, mutlu olmak kadar iyi olma halinin ne kadar süre korunacağıdır. Çünkü bir dakika sonra karşılaşacağın olumsuz durumun şiddeti, nasıl tepki vereceğin, bu durumun sizi ne kadar etkilediği her şeyi değiştirebilir.”

İyi olma halini korumak istiyorsanız olumsuz durumlarla sakinlikle baş etmeyi, ihtiyaç ve isteklerinizi karşılamayı ve en önemlisi şiddeti tanımayı, sınır koymayı öğrenmelisinizdir… Sınır koymayı bilmeyen bir insanın karşı karşıya olduğu duruma “vahşi hayat” diyorum çünkü kötü saldırganlığa başvuran bir insan güç peşinde koşar ve gücü elinde tutmak için her yolu dener; gizli veya açıktan şiddet uygulayabilir, sizi manipüle edebilir, sevgi sözcükleriyle tartaklayabilir. Bilincin şiddetle baş edemezse, bu kişiye “Dur!” denilmezse işte o zaman bilinçaltındaki bütün denge adım adım bozulmaya başlar!

Hep karıştırılır; güç ile öz güveni birbirinden ayırmak gerekiyor. Güç arzusu yönetme isteği ve bencillikten, özgüvense her iki taraf için adil olanı bulmayı istemekten geçer. Güçlü insan olumsuz bir eleştiriye sert tepki gösterebilirken öz güvenli kişi şahsileştirmez. Özgüven içseldir, güç arzusu dışsaldır, dışarıdan beslenir. Özgüven kalıcıdır, güç geçicidir. O yüzden güçlenmek, kendini değerli hissetmek, saygı duyulan birisi olmak için para kazanan bir insanın bilinçaltında “para kaybetme ve güçsüzleşme kaygısı” oluşması, bunun ardından da kötü saldırganlığının, şiddet isteğinin ortaya çıkması çok normaldir.

Bir antisosyalin peşine düştüğü danışanıma sordum, on üzerinden kaç “KORKU” hissediyorsun? Bana “on” dedi. Peki on üzerinden ona “ACIYOR” veya “ÜZÜLÜYOR MUSUN?” dedim. Ona da “on” dedi. On korku, on acıma. Bu durum içsel çatışma yaratır ve siz “Bana böyle davranamazsın! Beni rahatsız ediyorsun! Dur artık!” derken kelimelerinizin etkisi azalır. Çünkü bütün şiddet uygulayıcıları sizin iç dünyanızı, güçlü ve zayıf yönlerinizi, bilinçaltı gediklerinizi bilir.

Pazarlamacılar iyi bilir, sadece inandığın, ikna olduğun bir ürünü satabilirsin. Bir damla şüphe müşterinin size inanmaması için yeterlidir ve her şeyi mahvedebilir çünkü şüphe ses tonunuz, beden diliniz aracılığıyla karşınızdakine geçer. “Seni seviyorum, sen beni her şeyimsin!” derken beden diliyle veya bakışlarıyla size küfreden birisini hatırlıyor musunuz? Bu da böyle bir durumdur. Kelimeler farklı, duygusu farklı.

Yalancı karakterlerin ikna gücünün yüksek olmasının altında yatan şudur, söylediği yalana gerçek gibi inanmalarıdır! Ama onların ne söylediğini takip ederseniz unuttuğunu fark edersiniz çünkü onlar hatırlayamazlar, devamlı yalan söyleyenler hikâyeyi kaybederler… Bütün manipülasyoncular kendini olduğundan farklı gösterirler ve suçunu kabul etmezler, -mış gibi yapıp hep seni suçlarlar ve sana “Ona böyle davrandığım için utanıyorum! O hep benim iyiliğimi istiyor oysa! Onun yanında olmalıyım! Ona üzülüyorum, acıyorum, o düzelebilir çünkü o öyle biri değil” dedirtirler. Sizi olmadığınız halde size “Ben suçluyum” dedirtirler.

Olumsuz duygular bizi korumak için varlar ve faydalıdırlar. Olumsuz duyguyu yaşama ve onu en uygun şekilde sakinlikle söyleme hakkına zaten sahipsiniz. Duyguların davranış üzerindeki etkisini fark etmek ve olumsuz duyguları yönetmek etkin sınır koymak için önemlidir. Korktuğu kişiye acıyan danışanım duygularının onu yönlendirdiği yöne gittiğini bilmiyordu. Oysa korkusu önlem almak için onu harekete geçirirken, acıma duygusu elini kolunu bağlamıştı! Yani sınır koymaktaki en büyük engeli, yine kendisiydi. Danışanım “Hocam ben dava açtım! Uzaklaştırma aldı” demişti. Ben de ona, “Sen mahkemeyi kazandığında bu kişi durmazsa o kişi ne hissettiğini fark ediyor ve ona acıdığını biliyor olabilir. Bu yüzden bu duygunun üzerine gideceğiz demiştim.

Kısacası iç huzuru, mutluluğu elde etmek için seni saldırganlaştıran duyguları fark etmek önemlidir. Bencillik, kibir, üstünlük duygusu, nefret, düşmanlık, öç almak, kindarlık, kıskançlık, haset etmek, aşağılamak, kaygı, korku ve öfke seni saldırganlaştırır. Ona acımak, üzülmek, iyi insan olma çabası, kimseyi kırmama düşüncesi, onu değiştirme çabası veya o düzelecek hayali, sorumluluklarını üstlenmemek, ihtiyaç ve isteklerini karşılamak için saldırgana muhtaç olmak sınır koymanın önündeki bilinçaltı engelleridir.

Susup, sabredip Allah’a havale ederek veya bağırarak, bir şeyleri fırlatarak sınır koyamazsınız. Zarar verme isteği ile sınır koymayı yani kendini korumayı birbirinden ayırmalısınız. Biri savaş biri barış sanatını sahiplenir. Sınır koymak, barış sanatıyla alakalıdır. Musa Mısır halkını kaçırırken Kızıl Deniz’i geçer ve bir yerde durur. Herkes Firavun’un ordusu gelene kadar kılıç çalışıp antrenman yaparken, yerde oturan bir adamı görür. Musa, “Neden oturuyorsun, sen de onlarla birlikte çalışsana” der. Adam reddeder çünkü onu Tanrı’nın koruduğunu ve kendisini korumak için bir şeyler yaparsa Tanrı’ya yanlış yapmış olduğunu söyler. Musa ona bir hikâye anlatmaya başlar. Boğularak ölen bir adam melekleri görür ve beni Tanrı’ya götürün, melekler her şeyin farkındadır ve onu Tanrı’nın yanına götürürler. Adam, Tanrı’ya Bana neden yardım etmedin, oysa ben sana her an inanıyordum” der. Tanrı “Evini su bastığında sana komşunu gönderdim, ‘Tanrı beni kurtaracak’ diye reddettin. Kayık gönderdim, ‘Tanrı beni kurtaracak’ diye reddettin. Bacadan ip sarkıttım, tutmadın. ‘Tanrı beni kurtaracak’ diye reddettin. Mucize bekledin. Oysa ben şanslarla kendimi gösterdim. Sana yardım etmek istedim ama sen reddettin…”

Zaten araştırmacı bir dindar İslam’ın 5 hedefini bilir: canını koru, aklını koru, malını koru, neslini ve dinini koru. Yani sınır koymak, canı ve aklı korumak demektir. Gözüne sertçe yumruk atanın kolunu sertçe tutmanın neresi yanlış ki? Bir saldırganın karşısında durmak için doğuştan içgüdüsel tepkilerin vardır. Bebekken acı bir şey ağzımıza aldığımızda hemen tükürürdün çünkü ağzımızdaki acı hissi zehir anlamına gelir. Aynı şekilde bir araç üzerine hızla gelirse korkudan hızla kenara atlarsın, buna “refleks” denir. Hücrelerindeki, atom altı frekanslarındaki var olan “evren kodu” bu. Refleksin faydasıysa hayatta kalmak ve kendini korumaktır. Bilinçaltında hasar olanlar bu gücünü etkin kullanamazlar.

Şiddete maruz kalarak büyüyen kişiler herkesi idare etmekten, hep kendilerini suçlamaktan bu gücünü fark edemezler. Sınır koymayı aikidoya benzetiyorum. Aikidocu kazanmayı değil, tehdidi ortadan kaldırmayı hedefler. O saldırmaz, kötü saldırganın kendi sıradan enerjisi ile onu alt eder. Hiç enerji kullanmadan tehdidi ortadan kaldırmayı hedefler. Aikidonun kurucusu O’Sensei Morihei Ueshiba der ki “Başkalarını doğru yola getirmek değildir aikido; onun amacı, kendimizi doğru yola götürmektir… Ve ki enerjisi iki türdür. Sıradan ki ve gerçek ki. Sıradan “ki”, kaba ve ağırdır. Gerçek “ki”, hafif ve çok yönlü. İyi bir uygulama için kendini sıradan “ki” den kurtar ve tüm organlarını gerçek ki ile doldur. Bu, güçlü tekniğin temelidir. Bu barış sanatının yoludur.”

Kötü saldırganlığını, sıradan “ki”yi yok etmenin altından anahtarı şudur: Olumsuz duygularını fark edip, yönetmek ve haset etmek, kin, böbürlenmek gibi zararlı olanları yok etmek iyi saldırganlığını ortaya çıkarır. Evet, iyi insanlar da birer saldırgandır çünkü size saldıran birisinin karşısında durabilmeniz için o üzülmesin, onun canı yanmasın, ben kötü birisi olmak ve ona zarar vermek istemiyorum gibi düşüncelerinizden arınmalısınızdır. Gözüne sertçe yumruk atanın kolunu sertçe tutmanın neresi yanlış ki? Bilinçaltınız onarıldığında ne dediğimi daha iyi anlayacaksınız.

Duyguları yönetmen için farkındalık alıştırması yapmalısın:

Her istemediğin davranışı yaptığında bu antrenmanı yapabilirsin:

Bir kağıda:

Olay:
Olumsuz duygu:
Olumsuz düşünce:
Davranış:

Örnek:

Olay: Biri bana bağırdığında, sertçe eleştirdiğinde
Olumsuz duygu: Korku, kaygı
Olumsuz düşünce: Ya bana zarar verirse!
Davranış: İdare etme, susma, haklısın de!

Şunu bil ki bilinçaltı neyi neden yaptığını fark edersen onu yönetmeye başlar. Bunu devamlı yap, yirmi gün dene, eğer işe yaramıyorsa hemen danışmanlık almalısın çünkü fark ettiğin bir şeyi yönetememenin nedeni bilinçaltıdır.

 

Mehmet Çağan

Yazar, Sanat terapisti

Kaynak:

Çocuğumu artık tanıyamıyorum…

Dijital çocuk!

 

Arkadaşları sokakta, oyun parkında gönlünce oynarken, ihtiyaç ve istekleri karşılanıp sevgiyle büyütülen çocukları yaşamın kenarından izleyerek büyüyen yetişkin çocuklar ile çalışıyorum. Büyük lokma ye, büyük laf etme atasözünün doğruluğu her gün farklı bir yaşam hikayesiyle karşıma çıkıyor. Koşullu sevgiyle, aşağılanmayla, aşırı sorumluluk verilerek, şiddet uygulanarak, cinsel veya psikolojik taciz edilerek büyütülen bir ebeveyninin makosenini, yani ayakkabısını ayağına giymeden, bir kilometre o ayakkabıyla yürümeden, empati yapmadan, “Bu insan çocuk yetiştiremiyor!” deyip kestirip atmak çok kolaydır. Ne demiştim; büyük lokma ye, büyük laf etme!..

 

Bir erkek danışanım eşi ile 5 yaşındaki kızının elinden telefonu alamadıklarını, devamlı oyun oynadığından, izlememesi gereken videoları izlediğinden bahsetmişti. Ben de ona “Babasını çağırın, o sorunu çözer!” demiştim. Bana, “Hocam babası benim!” demişti. Ben de ona “bir çocuğun elindeki oyuncağı, yetişkin bir çocuğun alamayacağından ve nedenlerinden” bahsetmiştim.

 

Çocuğuna ya her zaman “hayır” diyen katı ya da devamlı “evet” diyerek sınır koyamayan ebeveynlerin yetersizlikleri, bilgisizlikleri 21. Yüzyılın en büyük gelişimi olan internet devrimi, akıllı telefonların her eve girmesi ile ortaya çıktı. Çocuğun azması, yaramazlık yapması, sorması, hoplaması, zıplaması normalken ebeveyn olma sorumluluğunu yerine getiremeyen bir kişi çocuğu yönetemezse onu bir yük olarak görmeye başlar ve onun gelişimi için değil, onu susturmak için telefonu eline verir. Çocuk odasından çıkmaz, yaramazlık yapmadan öylece bir ağaç gibi sessizleşir. Bu durumu ebeveyn çocuğum “efendi ve uslu” diye tanımlarken kendini başarı olarak görür. Tabii çocuğun büyümesiyle beraber kar tanesi sorunlar, çığa dönüşmeye başlar.

 

Bu çocuğa ne oldu böyle? Çocuğumu artık tanıyamıyorum… Bir köpeği evde büyütüp vahşi doğaya salarsan, onun hayatta kalması zorlaşırken, av olması kolaydır. Sanal dünyada aşırı vakit geçiren bir kişinin gerçek hayata alışmasında da aynı zorluklar geçerlidir. Mesela sahte özgüvene sahip olan sanal alemin aslanları, gerçek bir tehlikede kaçacak delik bulamayan fare gibi çaresizleşiyorlar. Onlar gerçek hayatta sorun çözmeyi bilmiyorlar; çünkü çözüm odaklı bilgi toplamadan ve sorgulamadan uzaklar. Google hazretlerine yazıp kopya çekmek daha kolaydır çünkü. Sadece okulda kopya çeken çocuklar, şimdi bütün hayatını kopya çekerek yönetmeye çalışıyorlar. Kopyaya alışmış bir zihinde “zekâ ve sorun çözme becerisi” körelir.

 

Rodin’in düşünen heykeli dünyada müzelere, üniversite binalarına dikilirken, Türkiye’de Akıl Hastanesi önüne dikilirse atasözleri de ona uygun oluşur; çok düşünürsen delirirsin. Düşün düşün b.kt.r işin, insanın başına ya meraktan ya… Karşında delirmeyi göze alacak kadar çok sorgulayan bir yazar ve sanat terapisti duruyor. Doğru sorgulamak zihni besliyor; sorguladıkça, anladıkça ve her yeni gerçek bilgiyi fark ettiğinde bir sorunun onlarca çözümünün olduğunu fark edersin. Yani doğru bilgi, doğru sorgulama tekniği faydalıdır.

 

Birçok danışanım ve hatta çevremdeki birçok insandan “Bu çocuk bizi hiç takmıyor, hayatta bir amacı yok, gece gündüz elinde telefon, mücadele ruhu yok, öfkeli, kaygılı, çekingen, odaklanamıyor, ders çalışmıyor, arkadaşları ile oynamıyor ve kaba. Biz böyle değildik, annemize ve babamıza söz söyleyemezdik, onların özgüveninin olması güzel ama burada bir gariplik var!” diye serzenişleri duyuyorum.

 

Özgüven ile ukalalığı, böbürlenmeyi, sınır ihlalini birbirinden ayırmak gerekir. Sınır koymayı bilmeyen, olumsuz düşünce ve duygularını rahatça söyleyemeyen, hayır diyemeyen birisi bu ayrımı yapamayabilir. Buradaki eksiklik değerler, saygı ve kültürdür. Sanal dünyada günde en fazla 3 saatten fazla vakit geçiriyorsa bir çocuk, onu internet büyütüyor demektir. Bilinçaltı tekrar tekrar dinlediği şeyi sahiplenir. Bu çocuk ne izliyor ne öğreniyor da böyle olumsuz değişiyor?  İşte asıl sorun budur. Zihne devamlı ve kontrolsüz bilgi girişi.

 

Sanal dünyanın hedefi bilinçaltı yönlendirmeleri olduğu için ebeveynler tehdidin büyüklüğünün farkında değiller, hatta belki onlar da aynı tuzağın içindeler. Subliminal mesajlar, zihin kontrolleri, psikolojik savaş, 25 kare tekniği, abartı cinsel içerikli yayınlar, bilgi kirliliği, bunları gözle göremezsiniz çünkü. Kötü ellerde oyun bir tuzağa dönüşebiliyor. Mesela Hitler, Nazi ordusunun oyuncağını yaptırmış ve çocuklara oynatıp, o çocuklar büyüyünce kendi ordusuna asker yapmayı planladı ve böyle de oldu.

 

İnsanlar gerçek hayattan uzaklaştırılıp, sanal dünyaya hapsediliyor. Corona dönemini çıkartırsak, genelde yalnızlık korkusu, değersizlik, yetersizlik inancı olan, kendini sevilmeye layık görmeyen, içe kapanık, yakın ilişkiden kaçan, ihmal ve istismara uğramış, şiddet görmüş, kaygı sorunu olan, sosyalleşemeyen, takıntılı, paranoyak, güvenli bağlanamayan, boşanmış, ebeveyn sevgisi alamamış kişiler internet tüccarlarının en aradığı avlardır.

 

DSM-5 bölüm 3de “dijital oyun bağımlılığı, internette oyun oynama bozuklukları” diye bir bozukluk tanınmaya başladı. Bu sorun ciddi bir noktaya ulaştı. Buradaki bağımlılık nereleri tahrip ediyor? Ruhu, psikolojiyi, sosyalleşmeyi ve davranışı. Yani insanın bütün varlığını. DSM-5’te muhtemelen yer almayacak olan bir madde de ben ekleyeyim, DEĞERLERİN BOZULMASI. Her ağacın alışık olduğu bir coğrafya ve toprak vardır. Kendi kültürümüzü geliştirmek yerine, dijital ortamda onlar yok ediliyor.

 

Sanal oyun ile gerçek oyun arasında bir fark vardır. Gerçek oyunu canın istemediğinde, iki kişilik bir oyunsa, oyun arkadaşı bulamadığında bırakabilirsin, ama sanal oyun, sanal alemde işler farklı yürüyor. Her an oyun arkadaşı bulabiliyorsun ve seni sanallıkta tutmak için yüzlerce insan çalışıyor; dikkatini, algını yönetmek, seni gerçeklikten uzaklaştırmak için.

 

Peki çözüm ne? Sorumluluk almak ve gerçek, bizi çözüme götüren bilgidir. Neden oyun oynarız? Akıl ve zekâ oyunlarını bilenler her şeyin farkındalar, oyun oynamak zihni geliştirir. Bazı holdinler yönetici almadan önce onlarla oyun oynarlar; çünkü oyun esnasında onun nasıl birisi olduğunu keşfederler. Hilebaz, çakal mı, yoksa etik, adil birisi mi? Veya kedileri izle, dişi kediler yavrularıyla oynayarak onları hayata hazırlarlar. Oyun oynamak zamanı öldürmek veya çocuğu susturmak için yapılmaz, onun gelişimi ve hayata hazırlanması için olmalıdır.

 

Hiroşima atom bombasından sonra Japonya’da ilk gelişen sanayi sence hangisidir? Gıda, otomotiv, beyaz eşya değil, oyuncak fabrikalarıdır. Ağabeyim Sunay Akın’ın İstanbul Oyuncak Müzesi’ndeki oyuncaklara ve hangi ülkelerin oyuncağa değer verdiğine bir bakın. Bugünün “Süper güç” diye adlandırılan ülkelerin oyuncak sektöründe ne kadar gelişmiş olduğunu göreceksiniz. Uzay odasındaki oyuncaklarda ağırlıklı olarak Rusya ve Amerika’yı görebilirsiniz. Bu iki ülke de uzaya gitti. Bunların hepsi sence tesadüf mü? Yoksa planlı mı?

 

Lafın kısası, zihnindeki bilgi ve anladıkların bütün hayatını yönetiyor.

 

Çözüm ne?

  1. Kota koymak, en fazla bir günde 18 yaş altı bir saat. Yetişkinlerde 2 saati geçmemeli.
  2. Telefonun bildirimlerini kapatmak.
  3. Kolay ulaşımı zorlaştırmak, bütün sosyal ulaşım butonunu bir klasöre koymak.
  4. İMesela instangram hesabından “çıkışa yaptan” çıkmak. Şifre ile giriş yapmak.
  5. Corona günlerinde ise, interneti verimli kullanmayı öğrenebiliriz. Sesli veya pdf kitap, sinema, belgesel, tiyatro, müzik ile meşgul olmak. Ekrana bakma sürelerine dikkat etmek. Sanal alemde hap bilgiler vardır, hap bilgi değil, gerçek, bir konuyu geniş inceleyen makaleler, kitaplar, filmler, belgeseller gibi bilgiler bizi gerçek hayat için hazırlar.
  6. En önemli de çocuğun senden gördüğünü yapar ve sen onun rol modelisin. Çocuğuna için kaliteli zaman ayır. Akşam yemeklerinde aile birlikte otursun ve en azından bir saat muhabbet edilsin. Muhabbet candır ve en güzel öğrenme aracıdır.

 

Muhabbetimiz sonsuz olsun.

Mehmet Çağan

Yazar, Sanat terapisti

 

Kaynak:

Nedir bu sır?
Yaratmanın, hoşgörünün,
paylaşmanın sırrı nedir?
Aradım, evrende gezdim.
Ay’a gittim Neil Armstrong’dan önce.
Sırrı kovaladım DNA’ların içinde.
Bulamadım!

Yedi kat çıktım göğe,
tepetaklak ittiler beni dünyaya.
Düştüm annemin kalbinin içine.
Boğulmadım kan dolu bir okyanusta.
Bir tek hakkın olduğunu bilirken
canını verebilir misin
benim için?

Geç kaldın!
Düşünmeden masanın üstüne
kalbini koymuş
annem.

‘Aşığın Arsız Nefesi’ kitabımdaki ‘Anne kalbi’ şiirimi Yıldız Kenter seslendirmeden önce “Mehmet bu şiir bütün annelerin.” demişti. Kelimelerin yetmeyeceği anne sevgisini anlatmaya çalışmıştım bu şiirimde. Bir annenin şiddet karşısında çocuğunun önünde siper olmasını bekleriz. Tabii fazla yersen zehre dönüşür. Bilimin ve tasavvufun kucağında bilinçaltını tanıdıkça anladım ki “korumacı ebeveynlik” ne kadar yüksekse annenin travmatik hayat hikayesi de bir o kadar olabiliyor.

Anne kendi yaşadığı zorluğu çocuğunun yaşamaması ve yapmak isteyip yarım bıraktıklarını onun başarması için, kendi hayallerini çocuğunun sonlandırmasını bekler. Sevdiği şeyleri yapma hakkı tanımadan, proje çocuğa dönüştürür. O zorlanmasın, o hiç üzülmesin diye sonu hep mutlulukla biten kitaplar seçebilir. Üzüntünün, zorlanmanın, engelin ne olduğunu bilmeyen çocuk da şımarıklaşabilir. Bir tırtılın kozadan çıkmasına yardım edersen asla uçamaz. Uçmaya yeltenmek ile uçmak ayrı şey değil midir? Emekleyen bebek koşabilir mi? Sorumluluk sahibi, hayatla başa çıkan, güvenli bağlanan bireyler yetiştirmek için önce annenin kafasının rahat, kaygıdan ve korkudan uzak olması, kendisini tehlikede hissetmemesi gerekir.

Çocuklukta aşırı sorumluluk ile büyüyen, ihmal ve istismara yani taciz veya tecavüze uğrayan, istenmeyen, psikolojik veya fiziki şiddete maruz kalan bir annenin yüreği daha büyüme çağında hırpalanmıştır. Evde bir boğaz azalsın diye veya para karşılığı evlendirilmeye zorlanmamışa ya evden kaçmak için önüne gelen ilk kişiyle ya da âşık olarak kendi isteğiyle evlenebilir. Herkeste böyle olmasa da bilime göre kadınların en ideal evlenme yaşı yirmi beş ve üzeridir çünkü ancak o zaman duyguları önemserken mantıklı bir şekilde eş seçebilen bir zihne sahip olur. O an ki koşullara göre evlenen herkeste sorun olacak diye kesin konuşulamaz.

Bilinçaltı onarılmadan yapılan evliliklerde şu riskler vardır; aldatılmaktan korkuyorsa onu aldatan, terk edilmekten korkuyorsa güvensiz ve soğuk, aşağılanmaya, şiddete maruz kalmışsa ona şiddet uygulayanı seçebilir ve o kişilerle arkadaş da olabilir. Korktuğu başına gelir; ya istemediği kişiye dönüşür ya da ona zarar verecekle evlenebilir. Özünde herkes aynası ile birlikte olur. Normal bir durum bu!

Bir çift ayakkabının ikisinde de numara aynıdır. Sağ kırk beş, sol otuz yedi numara ayakkabı ile ne kadar ilerleyebilirsin? Biri yolda yürürken büyük olduğu için ayağından düşer ya da küçük ayakkabı ayağa hiç girmeden bırakılır. İkisinde de sonuç aynıdır. İşte sır budur, farklı numara bir ayakkabıyı kimse tercih etmez.

Bir insanın dili “mutluluk” derken davranışında “acıdan beslendiğini” görürsen bil ki buna içsel çatışma denir. Şemasal eş seçimi yapmış bir insanın ya kavga çıkaran birini seçmesi ya da her şey yolundayken kavga ortamı oluşturması beklenir. Otorite olmak, sınır koymak, kendini ifade etmek için bağırarak iletişim kurabilir. Kavgacı bir ailede büyüyenler için kavga etmek normaldir, günlük bir olay gibi algılanır. Kavga eder, barışır, küser, yanaşır, uzaklaşır, öç alır, gıcık eder, sorun çözülmeden ilişki devam eder. Çatışmadan beslenen bir bilinçaltı, durgun suyu sevmez çünkü. Şiddet yoksa ilişkiden sıkılabilir o kişi ama o bu isteğin bilinçaltından geldiğini bilmez ve böyle bir ortam istemiyorum diyerek danışmanlık hizmeti alır.

Bir danışanım “İlişkimde artık şiddet istemiyorum. Anlayamıyorum, eşimin alkolik babası onu döverek ona hakaret ederek büyütmüş. Yoksullukla büyümüş ama şimdi biz mutluyuz, paramız var, neden böyle davranıyor. Bunu anlayamıyorum!” diye sormuştu. Bu duruma bir anlam veremediğini, şiddetten kaçanın neden şiddete başvurduğunu sormuştu.

Şimdi şöyle düşün: Bir cenin insana dönüşürken önce kalbi oluşur. Kalbin beyinden altmış kat daha fazla öteyi sezdiğini bilim kanıtladı. İlk oluşan organ kalptir. İnsan yavrusu anne karnında oluşurken hem anneden hem de çevrenden etkilenir. Anne hamileyken dayak yediğini veya hakaret işittiğini düşün, burada sadece anne bu duruma maruz kalmıyor, daha doğmamış olan bebek de şiddetle tanışır. Geç doğum, anne karnında çocuğun farklı yöne dönmesi, zor doğumların bir nedeni de psikoloji olabilir. Anne karnındayken, büyüdüğünde, onun hiç farkında bile olamayacağı travmalar veya korkular böyle oluşur.

Şöyle bir ev hayal et: Baba anneyi dövüyor, çocuk ele avuca geldiğinde anne çocuğu. Biraz daha büyüyünce baba anneyi, anne çocuğu, baba çocuğu dövüyor. Bu kadar şiddetin içinde bu çocuk ya asi olacak ya da pes edecek. Eğer suskunlaşmışsa ona şiddet uygulatacak, asiyse de şiddet uygulayacağı kişiyi seçmesi sence de normal değil mi?

Yani annenin psikolojisi nasılsa çocuğunun psikolojisi de ona yakındır. Öfkeli, agresif, dediğim dedik bir anne çocuğunu ihmal ve istismar ederken, travma sonrası stres bozukluğu yaşayan, uyku problemi, geçmişi hatırlatan olaylardan kaçınmaya çalışan, kaygılı, korkan bir anne çocuğunun üstüne aşırı düşebilir. Normal bir durum bu! Evren yasası bu değil mi? Gecenin arkasında sabah, her şerrin altında bir hayır, çaresizliğin arkasında çare, çare aslında sensin. Yani sevgi. “Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?” demiş Şems Mevlana’ya.

Müjde!

Şiddet gören annenin bir çocuğu oldu!

Bu duruma son vermek için bu annenin bilinçaltı gedikleri, travmaları fark edilmeli ve onarılmalıdır. Mutluluk, keyif, haz ile barışmalı, kendi ihtiyaç ve isteklerinin listesi yapılmalı ve onları dışardan değil, kendi karşılamayı öğrenmelidir… Hayatın altının üstünden daha iyi olması için kendini kandırmaya ‘Dur’ denmeli gerçek çözüme yönelmelisin çünkü şiddeti çözüm, otorite, güç, sevgi zannetmektir asıl sorun…

 

Kaynak:

Bazen acı doldum bazen de hüzün 1
Hasreti içimde taşımaktayım 1
Kimseye kalmadı diyecek sözüm 2
Çırpına çırpına yaşamaktayım 2
Ben ne günler gördüm ben ne günler 12
Derdimi söylesem kimler dinler 6
Halimi görseler dağ taş inler 6
Ben ne günler gördüm ben ne günler
Gönlümü yerden yere vurdular… 1

Bu bir şarkı sözü, türü arabesk, parçanın çalma süresi 5 dakika 6 saniye, yorumlayansa Cansever. Yanda gördüğünüz rakamlar da bir kere dinlediğinizde o cümlenin ne kadar tekrarlandığını gösteriyor.

Olumsuz bir olayda her insanın düşüncesi, hissettiği duygu, bu duygunun şiddeti veya tepkisi birbirinden farklı olabilir. Aynı olumsuz durumda karşısında kimi ayılıp bayılırken siz bu durumu doğal karşılayabilirsiniz. Normal bir durum bu. Her insan üzüntüsünü yaşama ve boşaltma şekli vardır ve bu durumlar herkeste farklı olabilir. Ailemiz, komşularımız, eğitimimiz, izlediğimiz ve dinlediğimiz şeyler bu ortamı hazırlar. Birinin seçimine bakarak onu beğenmemek yargılamaktır. Bu Kızılderili sözü her şeyi özetliyor: Onun hakkında konuşmadan önce karşındakinin makosenini giy ve 1 kilometre yürü. Sonra onun hakkında konuş. Sempati yapmadan empati yaparak yani kendini korumayı düşünerek onu anlayabilirsin. Cehennemin içinde yani şiddetin kucağında ruhun aradığı ile cennet bahçesinde, şifa pınarının kenarında dinlenen kişinin aradığı farklıdır. Normal bir durum bu.

Şimdi ben arabesk dinleyen kardeşlerimi, abilerimi, annelerimi yargılamadan uzak bir şekilde bilimsel olabilecek yeni bir bakış açısı getirmek istiyorum… Danışanlarımın hangi müziği dinlediğini önemserim çünkü sanat dallarından bilinçaltını en çok etkileyeni ve en çok dikkat edilmesi gerekeni müziktir. İstediğin parçaya her gün kolay bir şekilde ulaşabilirsin. Arabada, uçakta, evde, televizyonda, birisinin Wi-Fi’sini kullanıp bilgisayarınla dinleme imkânın hep vardır. Sevdiğin bir parçayı her an tekrar tekrar dinleyebilirsin.

Peki tekrar etmenin bilinçaltına etkisi nedir? Tekrar ettiğin her şey bir müddet sonra damla damla bütün hayatına yayılmaya başlar. Duygun, düşüncen, alışkanlıkların ve en sonunda da davranışın değişir. Buna domino etkisi diyorum. Bir şey değişirse ve tutarlı bir şekilde bu değişim devam ederse bu durum her şeye etki eder. Herkes bu değişimden payına düşeni alır. Olumlu veya olumsuz olsun fark etmez.  İç dünyanda başlayan zamanla dışarıdan fark edilmeye başlar. Bu yüzden istemediğin bir değişimi davranışa dönüştürmeden durdurmak en iyisidir. Bunun için de tekrar ettiğin şeyleri bir kağıda yazmalısın. Sonra devam ettirmeyeceklerini seçmelisin. Bilinçaltı kodlamasının ilk ve en etkili kuralı bu gözüküyor; tekrar tekrar dinlediğin, mırıldandığın her şey bilinçaltına yerleşir ve sen farkında olsan da olmasan da bütün hayatına yayılır.

Bir anıyı sana hatırlatan şarkılar bilinçaltının en derinindeki kasaya konur. Hiç beklemediğin bir anda, mesela çok mutlu olduğun bir anda cebinden çıkardığın ekranı korumalı telefonunla internette gezinirken eskilerden bir parça gözüne ilişebilir…  “Ben ne günler gördüm ben ne günler…” Birden kendini geçmişte bulabilirsin. Bedenin şimdi buradayken, her şey olumluyken ruhuna kar yağabilir. Evet, bu olabilir. Bu şarkıyı dinledikten sonra gökyüzü tüm güzelliğini sana sunsa da bilinçaltındaki anılar sen farkında olmadan kasadan çıkmış, iç dünyanda sahte yağmurlar yağmaya, gök gürlemeye başlamıştır. Bedenin şimdi buradayken zihnin artık geçmiştedir. Geçmişin hipnozundasındır ve içsel çatışma yaşarsın.

Şarkı sözleri ve müziğin bilinçaltımıza etkisi nedir

Sanatın mutluluk, aşk kadar acıyı da anlatması gerekir. Bir sanat eseri seni daha depresif, saldırgan, öfkeli veya daha da karamsar yapıyorsa orada durmamalısın. Üzüntüyü dahi anlatırken sanatın onarması gerekir aslında. Peki buradaki sorun ne? Yaşadığın üzüntüyü daha da büyütüp yaraya tuz basan parçalar, sanat eserleridir asıl sorun. Mesela dürtüsünü, öfkesini yönetemeyen, bağımlı, şiddet uygulamaya eğilimli bir kişiye bu parçayı tekrar tekrar dinlettiğinizde olumsuz duyguları büyüyebilir, bu kelimeler onu burnundan solumaya başlatabilir. Sonra haberlerde “Kadına şiddete hayır” diyen pankartları görürsünüz. Aslında “Kadına şiddete hayır” demekten daha önemlidir “Sanatta, dizilerde, filmlerde, şarkılarda, eğitimde,  oyunda şiddete yöneltmeye hayır” demek. Amaç sorun çözmek mi yoksa oy toplamak mı? Sonuca götürmeyen düşünceyi tekrar etsen de seni sonuca götürmeyecek işte. İnanıyorum ki “Yarayı oluşturan bıçağın değil, iyileştiren merhemin adıdır sanat.” Sanat, savaş sanatını değil, barış sanatını öğretmelidir. Gözüne sertçe yumruk atanın kolunu sertçe tutmayı göstermelidir yani veya gözünün neden mor olduğunu. İnsanı daha da saldırganlaştırmak için değil, yaptığı hatayı ona göstermek için. Güzellikleri ekmek, gerçek sevgiyi büyütmek, yaşamı kolaylaştırmak için vardır.

Yazının başındaki parçaya geri dönelim ve sırları birlikte çözmeye çalışalım. “Ben ne günler gördüm ben ne günler (12), Derdimi söylesem kimler dinler (6), Halimi görseler dağ taş inler (6)” kere tekrar ediliyor. Siz bu parçayı üç defa dinlediğinizde, 36 ben ne günler, 18 derdimi söylesem, 18 Halimi görseler telkinine dönüşür, 10 defa dinlediğinizde 120, 60, 60… Bu nakaratta oluşabilecek duygular ve inançlar herkeste değişebilme özelliği olsa da ortak olarak şöyle diyebiliriz; üzüntü, çaresizlik, anlaşılamama, kendine acıma… Şarkı sözünün diğer düşüncelerini de hesaba katarsak depresyon zaten kapıda… Her sanatçıdan beklenen, travmatik bir çocukluk yaşayan Müslüm Gürses’in en son Affet’, ‘Nilüfer’ gibi eserleriyle yaptığı gibi insanları şaşırtmaktır. Çünkü şiddete eğilimli insanların en derininde aslında korkudan saçak altına sığınmış, üzülen, öfkeli, korkan bir çocuk vardır. Bu duyguları bastırıp, onlarla yüzleşemezler. Yaraya tuz basan şarkı sözleri ve müzikler o öfkeli, yaralı çocuğu çaresizliğe sürükleyebilir. Oysa onun sevgiye, anlaşılmaya, yaralarının sarılmasına ihtiyacı vardır.

Barış Manço’nun ‘Sarı Çizmeli Mehmet Ağa’ şarkısının sözleri:

Yaz dostum
Güzel sevmeyene adam denir mi?
Yaz dostum
Selam almayana yiğit denir mi?
Yaz dostum
Altı üstü beş metrelik bez için
Yaz dostum
Boşa geçmiş ömre yaşam denir mi?

Bu şarkı dinleyeni içsel olumlu bir şekilde içsel sorgulatmaya, gerçek kendini keşfetmeye yöneltiyor. Can Attila’nın ‘Hamamda İlk Gözyaşları’ ve Zülfü Livaneli’nin ‘Mutluluk’ film müziği bestesi acının her halini olduğu gibi enstrümantal bir şekilde sana hissettirir.

Psikoloji yüksek lisansında proje ödevim, metafor kullanımı ve müziğin insanlara etkisiydi. Yirmi yıldır kitap yazan birisi olarak diyebilirim ki “Ben ne günler gördüm ben ne günler” diye bir şarkı sözünü bu kadar güzel, içten yorumlayan bir sanatçının, bilinçaltında acı geçmişi olabilir. Kurdun yediği ayazı sadece kendisi bilir. Anlıyorum çünkü sanat eseri, sanatçının iç dünyasının aynasıdır. Ve sanatçı hissettiği suda yüzer, orada üretir, burada sorun yok; asıl sorun kendisini geliştirecek, onu mutluluğa, sevgiye, sakin bir yaşama yakınlaştıracak eserleri seçmeyen, dilinde mutluluk eksik olmayan ama bunun için hiç emek harcamayan, bilinçaltında acıdan beslenen dinleyicilerdedir. Bunun durumun düzelmesi için de söylediğiyle davranışları uyuşan, mutluluktan beslenen insanların sayısının artması gerekir. Çünkü o zaman herkes aradığına ulaşacak; mutluluğa.

 

Kaynak:

En tehlikeli psikolojik şiddet türü gizli, sinsi, alttan olanıdır. “Beni seviyor mu yoksa dövüyor mu? Ben miyim hatalı yoksa o mu?” bu çelişkili sorgular içsel çatışma yaşatır. Bu ikilemi çözmek isteği de file kanat takmaya benzer. Arayışınız devam ederse de psikoloji bölümü okumadan bir psikolog kadar bilgilenebilir, filozof veya sanatçı olabilirisiniz. Normal bir durum bu!

İnsanın bilinçaltı böyle çalışır; nerede eksik görürse, rahatsız olursa orayı onarmak veya sıkıntıyı boşaltmak ister. Burada bir yanlışlık yok çünkü insanın kodu böyledir, yaşayan her canlının deneyimlerinden bağımsız bir şekilde otomatik davranışları yani içgüdüsü vardır. Örneğin psikoloji biliminde okutulan “ihtiyaçlar hiyerarşisi teorisi” Abraham Maslow tarafından oluşturuldu. Peki, Maslow’u bu çalışmaya iten neydi: “Tüm hayat felsefem, araştırmalarım ve teorilerim köklerini annemin savunduğu değerlere karşı duyduğum tiksinti ve nefretten aldım!” Şiddet ne kadar büyükse arayış ve mücadele gücü de bir o kadar büyüktür. Maslow hissettiği nefreti, öfkeyi zarar vermek için değil, fayda için kullanmayı seçti.

Lütfen aşağıdaki hayvanları inceler misin? Pardon yoksa orada hayvan yok mu?

Gizli şiddeti nasıl fark edebilirim

Tüm canlılar gibi insanın DNA’sında da bu kodlar var; gizlenme, maske takma, gerçeğin dışında davranış sergileme çabası. Mesela yüzü gülerken içi kan ağlayan kişi duygusunu bastırıp gerçeği gizler. Lezzetsiz karnıyarık yemeğini bir arkadaşı üzülmesin diye “Çok beğendim” diyen kişi gerçek düşüncesini gizler. Örnekleri çoğaltabiliriz: Yabancıların yanında farklı davranır, baş başayken farklı. Flört ederken nazik, ilişki başlayınca kaba. Senin yanında gibi gözükürken hep kendine yontar. İşte bu farklılıklar bilinçaltının hilesidir. Bunlar insanın maskeleridir. Aşırı uyumun arkasında uyumsuzluğun, aşırı nezaketin arkasında şiddetin, manipülasyonun, aşırı güç isteğinin arkasında zayıf, hassas kişiliğin çıkabilme olasılığı gibi ilişkilerdeki aşırı öfke terk edilme korkusuna işaret ediyor olabilir. Tabii insanın ruhuna zarar verebilecek güçte olan bu maskeler yanındaki kişide içsel çatışmaya neden olur, “O beni seviyor mu yoksa dövüyor mu, ben doğru mu yaptım yoksa yanlış mı?” ikilemine yani.

Gelelim bizim efendi maskesi takan keyifli, nazik, inatçı, ilgilenen, tersleyen, aşağılayan, en umulmadık yerde sizi koruyan, şaşırtan, eğlendiren, kesenin ağzını açan, rahat harcadığında kızan yani ne yaptığı belirsiz olan sevdiğimize. Bu tutarsızlık kafanızı karıştırabilir çünkü güvendiğin kişinin sana uyum sağlarken gülerek, seni önemseyerek sana gizli şiddet uyguladığını ona konduramazsınız. Ondan böyle bir şey beklemezsiniz çünkü. Evet, gizli şiddet uygulayıcıları manipüle etmeyi profesyonelce, usta bir dolandırıcı gibi yaparlar. Vaat ederler, hayal kurdururlar, zayıf yönlerini senden daha iyi tanırlar ve kelimeleri hedefe yönelik seçip ikna ederler. Yani telkine açık, her söylenilene kolayca kanan insanlar gizli şiddet mağdurlarıdır. Tabii ki dolandırıcı ile ebeveyn arasında bir fark vardır; dolandırıcı bu işi meslek olarak yapar, ebeveyni ise bilinçaltı yönetir, belki o bu davranışın farkında bile değildir. İşte gizli, psikolojik şiddeti fiziki şiddetten ayıran en büyük ayrıntı budur; “O farkında olmadan böyle davranabilir!”

Şiddet uygulayanların ortak noktaları; seni analiz ederler, zayıf noktalarına veya güçlü olduğun yere saldırırlar, senin en derin arzularını bulurlar, plan yaparlar, takıntılı olma olasılığı yüksektir, yakınlaşamazlar, dediğim dediktir, inatçıdırlar. Sakın şimdi gözünüz korkmasın çünkü her insana sınır koyma yöntemi vardır. Bilmiyorsanız öğrenmelisinizdir.

Bütün şiddet uygulayıcıları stratejisttir ve bilinçli akılla, her santimi düşünerek planlandığını bilmek sizi şaşırtabilir. “Ben güçlüyüm, bana uy! Benim dediğimi yaparsan sen kazanırsın!” mesajını sinsice enjekte ederek seni kontrol etmeye çalışırlar. “Senin için yapıyorum” derken kendi çıkarına hizmet etmeni sağlatabilir. Daha demin söylediğim gibi gizli, psikolojik şiddet uygulayıcıları diğer şiddet türlerinden ayrılır, bunu bilerek yapmayabilir. Bu yüzden anlaşılması kolay olmasa da ipuçları bellidir; o bardağı duvara fırlattığında “Seni bu bardak gibi parçalara ayırırım” mesajını bilinçaltına gönderir. Kendine vurarak “Sana böyle yapmak istiyorum” veya yabancı bir kişiye yaptığı şiddet içeren davranışı veya başka birinin şiddet içeren olayını anlatarak sinsice mesaj gönderebilir. “O kadın kocasını memnun etmemiş, adam da haklı, aldatmış!” diyerek bilinçaltınıza “Benim dediğimi yapmazsan seni aldatırım!” mesajını gönderirken psikolojik şiddet uygular. Topluluk içinde sizi aşağılaması, sizinle alay etmesi, öne çıkmanıza engel olması veya her yaptığınızı eleştirmesi de gizli şiddete girer.

Gizli şiddeti nasıl fark edebilirim

Her insanın bir yoğurt yeme şekli vardır ama şiddet uygulamak da şiddetin karşısında durmak da aileden, bakım verenlerden öğrenilir. Ailen seni ezerek büyüttüyse alnında muhtemelen “Beni ezecek biri yok mu?” yazarken sevdiğinin alnında muhtemelen “Ezeceğim biri yok mu?” yazar. Bu gerçeği kabullenmek kolay değildir! Herkesin aradığını bulduğunu yani… Psikoloji bilimi artık burada netleşti; frekansın uyuşmazsa bu olumsuz durumu devam ettirmemek için harekete geçmeye başlarsın. Ancak acıdan beslenen birisi, “Ben değişirsem bu şiddet duracak” yalanına kendini inandırarak maske takar ve hem kendini daha da değersizleştirir hem de şiddet yine devam eder….

Bir gün gözü mor gelen danışanıma “İşimiz daha kolaylaştı!” demiştim, şaşkın bakışlarla bana, “Dayak yemem bizim çalışmamızı nasıl kolaylaştırabilir?!” diye sormuştu. Ben de ona “Her şeyi görüyoruz, şiddet ile karşı karşıya olduğunu kanıtlamaya artık gerek kalmadı. Eğer gizli şiddet mağduru olsaydın ve onu ‘Çok seviyorum’ deseydin, muhtemelen ona bağımlı hale gelmiş olabilirdin. Tacizcisine acıyan biri kuyruğunu kovalayan kedi gibi sonuç alamazdın… Öğrenilmiş çaresizlik insanı bir kum torbasına ya da bir kuklaya dönüştürebilir… Ailesinden şiddet gören kişi kendini nasıl koruyacağını bilmez. Sınır koymayı öğrendiğinde her şey yoluna girecek. Çünkü ancak o zaman acıdan beslenmeyi bırakacaksın” demiştim.

Bence şiddet uygulayanların en tehlikelisi vurmadan dövenlerdir. Tavşancıklar, şekercikler, aşkitolar, efendi insanlar. Entelektüel veya eğitimli olabilirler ama bilgili olsa da Cem Karaca’nın “Yarım Porsiyon Aydınlık” şarkısının sözleri onları daha iyi anlatır:

“Ekmeğin fiyatını bilmezsiniz ama ekonomik politika,
karılarınızı döverken siz
ne kadar bilimselsiniz…”

Bilincin “Senden nefret ediyorum!” diyor, bilinçaltın “Beni terk etme!” diyorsa bu çatışmadan kendi başını çıkamazsan, lütfen destek al. Einstein’ın dediği gibi “Bir sorunu yaratan zihin, aynı bakış açısıyla bu sorunu çözemez.” Bunu bilmek seni daha fazla rahatlatacak çünkü artık filozof olmana gerek kalmayacak.

 

Kaynak:

Hayatına tanıklık eden bu insan seni seviyor mu yoksa dövüyor mu? Sana yardım ederken her hareketini, her yaptığını eleştiriyor mu? Seni seviyorum derken beden diliyle veya ses tonuyla sana küfrediyor mu? Eğer yanıtın evetse, bu kişi maske takıyor olabilir. Yani sana A’yı verirken sen farkında olmadan senden C’yi alabilir…

Boşanmanın eşiğine gelen danışanımın iyi niyetli kocası onu işe daha kolay gitmesi için araba almaya, kredi çektirtmeye ikna etmiş. “Ben bunu ödeyemem” derken, kocası, “Rahat ol, ben varım, sen bu arabaya layıksın!” diyerek o olmadan ödeyemeyeceği kadar yüksek borca girmesini sağlamış.  “O benim iyiliğimi düşünürken bana nasıl zarar verebilir?” diye başladığımız seansın sonunda, kocasının ona kredi çektirerek hem ayrılığı geciktirmiş hem de kendi bilinçaltından gelen “El alem ne der” baskısını hafifletmiş olduğunu gördük. Burada kocasının sekonder yani ikinci bir kazancı da vardı; kendisi için değil, komşularının “Adama bak bir kadını yönetemedi” düşüncesini önemsediği için ilişkisine devam etmek istiyordu.

Sekonder kazançlar bilinçaltını besler ve maske taktırır. O insanı net göremeyebilirsin ama ona konduramasan da bir şeyler hissedersin. Bir gün öyle, bir gün böyle davranır yani tutarsızdır. Böyle bir durumu bir ilişkide hiç istemeyiz çünkü denge yitimine neden olur. Sen, “Bana asla bir şey olmaz, biz ne insanlar gördük” diye düşünürken, asla, asla denmeyeceğini kendinden uzaklaştığında fark edersin. Ne de olsa üzüm üzüme baka baka kararır, uyum bizim doğamızda var. 20 gün, 40 gün, 6 ay ya da bir yıl sonra bilinçaltın sen farkında olmadan, kendiliğinden değişir. Bir bakarsın ki tutarsızlık artık sana doğal gelmeye başlar. Lütfen hep hatırla; uyum bizim doğamızda var. Kötülüğe de güzelliğe de adım adım, damla damla yaklaşırız, bu olumsuz gidişi fark etmezsen bir yıl sonra artık değişmişsindir. Birdenbire “Ne pisliği efendim, burası mis gibi gül bahçesi!” demeye başlarsın. İşte ben buna geçmişin hipnozu, uyku diyorum.

Şiir terapi için hazırladığım Aşığın Arsız Nefesi kitabımda şöyle yazmıştım:

“Tavadaki balığa 

Deniz senin yerin denir mi?

Sence 

Balık buna inanır mı? “

Tavadaki balık ile uykudaki, kör olan insanı anlatmaya çalıştım. Bu granit tavayı tutanlarda tutarsız, sinsi, asıl niyetini gizleyen insanlardır. Mantıklı, şık, Türkçeyi doğru konuşan, anlayışlı ve eğitimli bir insanın sana böyle yapacağı genelde düşünülmez. Bir gün pahalı bir lacivert takım elbiseli, güzel sesli adam yeni gelen kadına “Size bir şey ikram edebilir miyim?” diye sormuş. Kadın, “Ne kadar nazik bir beyefendisiniz” demiş ve devam etmiş: “Herkes sizin gibi olmuyor. Bazı insanlar var ya…” Adam merakla, “Bazı insanlar derken kimi kastettiniz?” demiş. Kadın, “Hani, şöyle boynuzları olan, kuyruklu, kırmızı renkli, anlasanıza işte, şeytan, tutarsız, sinsi erkekler. Onlardan nefret ediyorum!” Adam, “Hanımefendi yoksa siz de mi o dedikodulara inanıyorsunuz? Ben öyle birisi değilim!” demiş. Bu söylediğim herkes için böyle olacak anlamına gelmiyor. Fakat bir yerde bir tutarsızlık varsa gizli saldırı, manipülasyon olabilir. Bu kesin değildir ama olma ihtimali yüksektir.

Uyursan körsündür, körsen uyursun. Geçmişin hipnozundan çıkmak ister misin? Tutarsız kişinin söylediğiyle yaptığına odaklanmalısın. Sana bütün imkanları verip bir yandan da senin yeşeren özgüven dallarını mı kırıyor? O “Bir daha seni üzmeyeceğim” derken ve bu yemini devamlı edip bozarken ona inanıyor musun? Önce bunları sorgulamalısın. Yani bunları fark edip olumlu bir adım atmıyorsan, at-mış gibi davranıyorsan veya “Senden nefret ediyorum ama beni terk etme” diyorsan, bil ki artık onu sorgulamana gerek kalmadı. Acıdan besleniyor olabilirsin. Aslında kendi mutluluğunun önündeki engel sensin.

Bir danışanım onunla ilgilenen, ona hoşgörülü davranan insanları seçmek yerine ona şiddet uygulayan, oyuncu, hilebaz kişileri sevdiğini söylüyor, bir yandan da mutlu olmak istiyor, dayak yemek istemiyordu. Buradaki tutarsızlığı sen de fark ettin değil mi? Söylediği ile yaptığı uyuşmayan, tutarsız insanın koynuna giren de tutarsızdır ama o bunun farkında bile değildir. Suçlamak sadece çaresizliği büyüteceğinden gerçek çözüme yönelmek işimizi kolaylaştırır.

Çözüm: Geçmişin hipnozundan çıkmak için kendi bilinçaltını keşfet çünkü bulanık suda yüzüyorsan, bu senin seçimin.

 

Kaynak:

Onların dediği gibi yaşarsan

onların yüzünü güldürürsün.

İtaat ettiğin için seni bağırlarına basarlar.

Peki; onlar mutlu olurken

senin başına neler gelecek?

İşte önemli olan burası!

Sen, kendini nasıl hissedeceksin?

Bombok!

 

Şiir terapi için yazdığım “Aşığın Arsız Nefesi” adlı kitabımdan “Katil kim?” şiiri ile başlamak istedim şiddet konusuna… Gizli veya açıktan şiddet uygulayan bir insana âşık olan kişinin ilişkisine devam edebilmesi, kendisini kandırması o kadar kolay olmasa gerek. Aslında kendine yalan söylemek çok kolay çünkü bilinçaltını tanıdığında fark ediyorsun ki şiddeti seçen de sürdüren de insanın kendisindir. Özgüven eksikliği olabilir, geçimini sağlayacak maddi gücü olmayabilir veya aile içi şiddetle büyüdüğü için sevgiye, ilgiye açlığını sevgi zannettiği şiddetle gidermeye çalışır. Ailesinden öğrendiği ve doğru zannettiği alışkanlığını devam ettirir. Bilimin çözemediği insanın geleceğini ona bakım verenlerin psikolojisi etkiler. Yani sevginin mi yoksa şiddetin mi kucağına doğduğu. Bu bilinçaltı gedikleri fark edilmeden, onarılmadan bu şiddet döngüden asla çıkılamaz. Acıdan beslenen bir insanın karşısına bin tane insan koysak, bunlardan 999 onu mutlu edebilecek, hoşgörülü, anlayışlı, eğlenceli, o geride, en sonda kalan bir kişi de “onu anasından doğduğuna pişman edecek” olsun. Muhtemelen o, kendisine şiddet uygulayacak kişiyi seçer. Ne yaparsın, frekans kanunu bu. Benzer benzeri çeker veya fark eder. Dayak atan, dayak yiyeni hemen tanır, ona yanaşır. Dayak atan, dayak atanı asla seçmez çünkü “Bir kazanda iki koç başı kaynamaz!” Yasa budur. Doğanın kanunu budur; bir aslan sürüye saldırdığında ya yaşlıyı ya yaralıyı ya da yavruyu hedef alır. Çünkü onlar iyi koşamazlar, yakalandığında da öyle direnmeden pes ederler.

Avcılar kendisini gizler. EN hoşgörülü, EN anlayışlı, nazik, efendi, EN güzel konuşan insan maske takıyor olabilir. Çünkü EN geliyorsa başa, bu kişi utanma, korku, yetersizlik, değersizlik, çaresizlik, öfkeyi bastırıyor olabilir… Bir gün, lacivert takım elbiseli, kahverengi rugan ayakkabılı, kahverengi kemer, dişleri bembeyaz, otuz yaşlarında bir beyefendi, romantik sesiyle “Bir içki ikram edebilir miyim?” demiş kadına. Kadın adama ilk görüşte âşık olmuş, bakakalmış, vurulmuş ve siz onlar gibi değilsiniz demiş. Adam; “Kimler gibi değilim?” diye sormuş. Kadın; “Şeytan gibi, hani böyle boynuzları, kuyruğu, gaddar, acımasız şeytan gibi…” Adam kadifeden sesiyle kadının kulağına, “Benim de kulağıma geldi bu dedikodular, siz de o söylenenlere inanmıyorsunuz değil mi? Ben öyle biri değilim!” demiş… Şiddet ne kadar artarsa, gizlenme ve gerçek kendini süsleme, ambalajı ilgi çekici hale getirme isteği de bir o kadar artar. Çünkü niyeti ne olursa olsun, güç gösterisi, çıkar, hak arama, rahatlama, kontrol etme, cezalandırma fark etmez, tüm şiddet uygulayanlar zekice, düşünerek plan yaparlar. Manipülasyon için bunlar şarttır çünkü. Her güzel konuşan, bilgili, şık giyimli insanlar için bunları söyleyemeyiz tabii ki.  Bu herkesi kaplamaz ama yapılan bilimsel araştırmalara baktığımızda sonuç böyle çıkıyor, şiddet uygulayanlar gerçeği genelde gizliyor.

Olumsuz duygu ve düşüncelerini bastıranlarda öfke sorunu oluşur. Her yanardağ bir gün patlar. Öfkesini yönetemeyen bir insan şiddetin kıyısında gezer. Zaten şiddeti ailesine, sevdiğine uygulayanlar genelde dışarının kedisi, evin aslanı kesilirler. Dışarıda kendini savunamayan, dolandırıldığında susan, hakaret işittiğinde sineye çeken kişi eve girdiğinde “Yemek soğuk” diye tabağı onun suratına fırlatabilir. Şiddet gören kişi bu olumsuz durumu söylese ona çevresindekilerin inanması pek zordur çünkü herkesle iyi anlaşan, uyumlu, herkesin en sevdiği, sakin, nazik, saygılı maskesi takan birisinden böyle bir davranış beklenmez. Hatta sizin onu sinirlendirdiğiniz bile düşünülebilir.

Sevdiğin insana güvenirsin ve ondan böyle bir şey beklemezsin. Normal bir durum bu. Sevdiğinin en güçlü olduğun yerini damla damla, azar azar ve devamlı müdahalelerle, sinsice yok etmeye çalıştığını aklının ucundan bile geçirmezsin. “Seni seviyorum!” diyen birisinin seni köle yapmaya çalışacağını düşünmezsin. Düşünmemelisin zaten ama motora binerken nasıl kask, araç kullanırken emniyet kemeri takıyorsak varlığımızı korumak için ilişkimize fren basacağımız yerler olmalıdır. Dur, burası benim kırmızı alanım, sınırım diyeceğimiz yerler. Şiddet bunlardan en önemlisidir. Şunu bilmelisin ki sen hata yapsan da insanların sana saygısızlaşma, seni tartaklama, sana vurma, seni tehdit etme, seni aşağılama, özgüvenini zedeleme hakkı yoktur. Bunlar evrenseldir ve yasalar da, din de bunu yapamazsın der.

Artık kaçış yok, biliyorsun! Şiddeti öğrendiğimizi öğrendik. Şiddet gördüysen şiddete meyilli olabilirsin. Ama şimdi sıra seçim yapmakta; gerçek hayattan iki örnek, iki seçim. Birinci örnek 20 Nisan 1889  Avusturya’da doğan Hitler. Hitler’in babası köpeği işeyene kadar döverdi. O büyüdüğünde “Babam benim güçlü olmamı istedi” dedi ve empatiden yoksun bir faşist oldu, öğrendiği şiddeti büyüttü. İkinci örnek de 1 Nisan 1908, Amerika’da doğan Abrahm Maslow. İstenmeyen çocuk olan Maslow’un babası kadın peşinde koşan, alkolik ve ailesine karşı ilgisiz bir adamdı. Annesi de bir o kadar zıt; güçlü batıl inançları olan ve küçükken onu en ufak bir yanlış hareketinde cezalandıran bir kadındı. Kardeşlerini ondan daha üstün tutardı… Zayıf, bir deri bir kemikti. Kocaman burnu yüzünden kendini çirkin buluyor, hissettiği o derin aşağılık duygusu ile yaşıyordu. Bir gün annesine sevmesi için getirdiği iki küçük yavru kediyi kafasını duvara vura vura öldürüşünü izledi, Hitlerden daha sert bir travma ile karşılaşsa da Maslow “Tüm hayat felsefem, araştırmalarım ve teorilerim köklerini annemin savunduğu değerlere karşı duyduğum tiksinti ve nefretten aldım” dedi ve madalyonun arka yüzünü kullanmayı seçti ve mutluluğu acıya tercih etti. Hayatı boyunca bilimin ve felsefenin kucağında kendini onarmaya çalıştı. Beş basamaktan oluşan “İhtiyaçlar hiyerarşisi piramidi” teorisi günümüzde hala üniversitelerde ders olarak anlatılıyor. Seçim senin…

 

Kaynak:

Kilo ile bilinçaltı ilişkisini derinleştirmeden önce, bilinçaltının görevlerine yüzeysel olarak bir bakalım. Bilinçaltı duygu ve inançlarımızın merkezidir. Korku anında otomatik olarak savaş ya da kaç sinyalini gönderir. Bilinçaltının en önemli amacı, seni tehlikelerden korumaktır. Seni ısrarla inatla rahatsız eden bir durum karşısında eğer sen yirmi gün, kırk gün, altı ay bu olumsuz durumu bilincin ile sonlandıramazsan, çözüm yolu bulamazsan, işte o zaman bilinçaltı görevi devralır. Bilinç yapamazsa bilinçaltı çözüm arar. Tabii bilinçaltını bir çocuk gibi düşünmeliyiz ve onun omuzlarına haddinden fazla yük koymamalıyız; çünkü çocuk mantıklı konuşsa da kolay çözülemeyen bir durumda mantıksız hareket edebilir. Normal bir durum bu, bu yüzden bir çocuk büyüdükçe, yetişkin oldukça deneyim ve bilgisi artar, mantığı da değişir, gelişir ve mantıksız durumlarda mantıklı çözümler üretmeye başlarsın.

 
 
 

Mesela bazı insanlar “Korona dönemi işsiz kalır mıyım? Virüs bana da bulaşır mı? İflas eder miyim?” gibi sorulara yeni bakış açısıyla önlem alıp kendisini rahatlatırken, bazı kişiler çözüm bulamadı. Olumsuz durumunu olumluya çevirmek için deneyip deneyip kırk gün içerisinde sonuçlandıramayan ve kendini çaresiz hisseden, pes eden kişinin bilinçaltı onu rahatlamak, sorunu ortadan kaldırmak için mantıksız kararlar alabilir. Bunun için bilinçaltı kayıtlı olan bütün bilgileri ve anıları tarar. Eğer uygun görürse, çikolata ye ve rahatla sinyali gönderebilir. Senin kilo alacağını, obez olacağını, o mayoyu giyemeyeceğini, bir beden birkaç beden genişleyeceğini, organlarının yağlanabileceğini düşünmez. Sorgulamadan, bu doğru bu yanlış diyerek değerlendirmeden “işe yarayacağına inandığı” her bilgiyi kabul eder ve uygular.  O hep sonuca bakar, bu olumsuz durumun rahatsız etkisini yok etmeye veya azaltmaya yoğunlaşır. Sen, seni rahatsız eden bu durumu hala çözemezsen, bu süre yirmi günü, kırk günü veya altı ayı geçerse, her rahatsız olduğunda çikolata isteği oluşturur. Sağlıksız, kilo aldıran yeme alışkanlığı böyle oluşur. Aslında fazla kilo, bozuk yeme alışkanlığının bir sonucudur.

 
 

Alışkanlıklarımız öğrenilerek ya da kendiliğinden oluşur… Bebek, vücudundan, beyninden, midesinden gelen tüm sinyalleri dinler. Midesi ye dediğinde ağlayarak açlığını belli eder, midesi doydum dediğinde de sütü reddeder. Peki bebek büyüdüğünde ne değişir? Kendini dinlemeyi bırakır, aileden ve çevrenden öğrendikleriyle bilinçaltı şemaları, kodlamaları ve alışkanlıkları oluşur. Düşünce duyguyu, duygu davranışı, davranış da alışkanlıkları oluşturur. Alışkanlıklarımızın merkezi bilinçaltıdır. Yemek yemek bir alışkanlıktır ve alışkanlıklar ya bilinçli olarak ya da farkında olmadan oluşur.

Bilinçaltı tekrar edilen ve inandığı her bilgiyi kullanır. Daha büyük ye, daha fazla ye, ikili menüden ye, daha da büyüğünü, iki köfteliyi ye… Özellikle hamburger firmalarının bir pazarlama taktiğidir bu. Daha da fazla ye. Bir tuzaktır yani. Tuzaklar etrafında hep var. Reklamlar, diziler veya sinema filmleri de ideal kilo hedefinden seni uzaklaştıran sağlıksız yeme alışkanlığına seni davet eder. Filmlerde, başrol oyuncularının sıkılınca kontrolsüzce yemek yediğini, rahatlamak için alkol veya sigara içtiğini görebilirsin. Filmlerdeki bu sahneler bilinçaltına kaydedilir. Bilinçaltı filmi gerçek zanneder ve bu bilgilere ihtiyacı olduğunda hemen kullanır.

 
 
 

K.L. ismindeki bir danışanımın çikolatayı rahatlama aracı olarak seçmesindeki nedeni ve nasıl kilo verdiğini şimdi inceleyelim. Bir Jazz sanatçısı ile çalışıyordum. Çikolata yemeyi durduramıyordu ve bu durumdan çok mustaripti; sağlığını kaybedebilir, gardırobundaki S beden kıyafetlerini M beden ile değiştirmek zorunda kalabilirdi. K. L.’nin bilinçaltının derinine indiğimizde beş yaşında yaşadığı bir anı çıktı karşımıza. Babası, A. L. gece hayatında çalışan bir müzisyen. Ud sanatçısı ve 45 yaşında. Mesleğini yapmak için gece çalışıyor ve kızı yanında da olsa onunla sağlıklı bir iletişim kuramayan bir baba. Baba ile kız aynı evde hiç buluşamıyorlar. Baba yatıyor, kız uyanıyor, kız yatıyor baba uyanıyor. Tabii baba sanatçı ya, kızına karşı sevgisini belli etmenin bir yolunu buluyor, evden sabaha karşı işinden gelirken mutlaka bir çikolata yanında bulunduruyor. Kızı uyurken onu uyandırmamak için sessizce öpüyor kokluyor, sonra yastığının altına bir çikolata bırakarak aynı evde yaşarken özlem duymaya devam ediyor. Odasından çıkıyor. Kızını her gördüğünde de mutlaka bir çikolata veriyor ona. Tekrar edilen her davranış bilinçaltına kaydedilir. Baba gibi güçlü duygu oluşturabilecek bir unsur varsa, bilinçaltı bu anıyı daha sonra kullan diye daha derine kaydeder.

K. L. büyüdüğünde, üniversite bitirip işe girmek için farklı şehre gidiyor. Bu şehirde maddi sorunlar yaşamaya başlıyor K. L. Tabii yaşadığı bu olumsuz durumun çözümünü bulamadığı ve rahatsızlığı, stresi taşıyamayacak kadar yükseldiği için bilinçaltı görevi devralıyor, onu rahatlatmak için iyi bir amaçla bilinçaltındaki bütün kapıları açıyor, sandıkları döküyor, halının altına bakıyor, en derine itilen bu çikolata anısını saniyeden daha da kısa bir zamanda buluyor. K. L.’ye “çikolata ye ve rahatla” sinyali gönderiyor. Çikolata K. L. için baba güveni, rahatlık, güç anlamına geliyor.

Yeme alışkanlığı nasıl değişti? Sizi rahatsız eden bir alışkanlığı veya bir davranışı tekrar tekrar deneyip düzeltemiyorsanız veya olumlu sonuç alıp tekrar eski alışkanlığa geri dönmeyi yaşıyorsanız, işte tam burada bilinçaltı çalışmasına gerek var demektir. Bilinçaltı nedeni bulunmadan olumsuz alışkanlığı kalıcı olarak değiştiremezsiniz. T. K. isminde başka bir danışanım vardı. Bilinçaltı nedeni bulunmadan,  gediği onarılmadan alışkanlığı değiştirilmiş. T. K. kilo vermiş, bu seferde sigaraya başlamış, sonra sigarayı bırakmış kilo almış, en sonunda da kumar oynamaya başlamış. Çünkü ona yapılan çalışmada bütün bunlara sebep olan bilinçaltı kodu iptal edilmeden alışkanlık değişimine gidilmiş bu bir hatadır, çünkü bu gedik onarılmadan yeni alışkanlık çalışmasına başlanamaz.

Şimdi sıra eft ile olumsuz duygu ve inançları boşaltmada. İster bilinciyle, isterse bilinçaltı ile olsun fark etmez, “kilo aldığımda tacize uğrayacağım” inancı olan bir kadının bu inancı yok edilmediğinde kalıcı ideal kilosuna kavuşamaz. Kod bulundu, olumsuz düşünde, duygu ve inançlar boşaltıldı, artık telkin çalışmasına şimdi başlanabilir. Kişiye özel hazırlanmış yeme alışkanlığını değiştiren özel telkin hazırlanır, eski bilgiler, eski yeme alışkanlığı yeni yeme alışkanlığıyla değişir. Bilinçaltı fazla yağları eritmesi için programlanır ama diyet asla yapılmaz. Çünkü diyet bir tuzaktır ve bazı diyetisyenler de bunu iyi bilir. Bilinçaltı için diyet açlık ve ölüm demektir ve kişiyi daha fazla yemeye yönlendirir. Metabolizmayı asla kandıramazsınız. Ben danışanlarımda diyet alışkanlığı varsa, bilinçaltında onu da iptal ediyorum ve kilosu kendiliğinden aşağıya düşüyor…

İdeal kilodaki bütün insanlar yemek ile barışıktır ve onlar iştahla yemek yerler. İştah ile yerken kilo dengenizi korumanız dileğiyle…

 

Kaynak: